Ah Dilber

Herkes konuştu herkes belirtti görüşünü! Eleştiriler geldi, takdirler edildi, ahkamlar kesildi!

Bekledim ben de! Herkes söylesin söyleyeceğini!

Şimdi sıra bende, ben de müsaadenizle iki laf edeyim, diyeyim diyeceğimi!

Evet Dilber’den bahsediyorum! Hani şu pavyondaki dansıyla ‘yüzme bilmeyen Ankaralı’ya gemiler yaktıran’ Dilber’den!

Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği ve daha yayınlanmadan büyük yankı uyandıran ‘İnci Taneleri’ dizisi, son zamanların en çok konuşulan işlerinden biri! Dilber karakterini oynayan Hazar Ergüçlü’nün pavyondaki dans sahnesiyle daha fragmanıyla birlikte reytingleri altüst eden dizi, pavyon kültürünü de yeniden gündeme getirdi!

Dizi, buram buram Yılmaz Erdoğan kokuyor! Onun alışılageldik replikleri, usta kelime oyunları, güldürme- düşündürme arası gidip gelen anekdotlarıyla özlediğimiz Yılmaz Erdoğan, yine ekranlarda! Hazar Ergüçlü de Dilber karakteriyle harikalar yaratmakta! Dansı, muhabbeti, konuşmadan çok şey anlatan gözleri, feleğin çemberinden geçmiş aynı zamanda da içinde bir yerlerde masumiyetini kaybetmemiş haliyle oynamıyor yaşıyor adeta! Daha fragmanıyla bile ses getiren, oradaki dans sahnesiyle odakları pavyonlara çeviren dizi, reytinglerin üst sıralarında kalacak gibi!

Peki yıllardır var olan ama kimsenin üstünde konuşmak istemediği, herkesin bildiği ya da bildiğini sandığı oysa içinde farklı hayatları, farklı iş kollarını, derin acıları- anlık kahkahaları- umudun umutsuzlukla kaynaştığı yer olan pavyon nedir, ne menem bir şeydir?

İlk bakışta, Anadolu’da bir ailelerin dağılmasının, kanlı kavgaların, milyonluk tarlaların satılmasının sebebidir! Tamam gitmedim, görmedim ama izledim, dinledim! Şöhret umuduyla bekleyen amatör seslerin keşfedildiği, dışı kalabalık olsa da içi yapayalnız adamların masalarına gelen kadınlarla konuşup kendilerini iyi hissettikleri, dans edebilen kadınların yeteneklerini sergilediği, “kaynak” adı verilen yöntemle doğaçlama şarkı sözlerinin yazıldığı ve böylece neredeyse edebiyatta yeni bir akımın başladığı, kütüğünün Ankara’da bulunduğu eğlence mekanı!

Loş ışıklı, çalgılı çengili, sahnede oynayanlar, davullar zurnalarla bezeli bu yerde sanki ‘ortada bir düğün var da gelin-damat yok’ havası hakim! Hesabın hiçbir zaman ayarında gelmediği eğlence mekanıdır pavyon ama yine de bile bile gidilir! Hemen hemen her erkeğin, hayatından bilmem ama dilinden illa bir ‘pavyon’ kelimesi geçmiştir. Sordum ben de bir gidene, özelliği nedir? Cevap şöyleydi:

Burası, sığınacak kimsesi olmayan, yalnızlarıyla barışamayan, kafayı bulduktan sonra ağlayan çok sayıda yetişkin adamın, bir arada görüldüğü yerdir!

Kökeni Latinceymiş pavyon kelimesinin! Latincede “papilio” sözcüğünden yani ‘kelebek’ten alıyormuş adını! Fransızcada da yine “papillon”dan türetilen “pavillion” isimli, şekli kelebeği andıran büyük çadırlara ve tentelere verilen admış, bize gelişi de buradanmış!

1940’larda Taksim Gazinosu’nun yanına bir mekan açılmış ve adını “Paviyon” koymuşlar. Mekan popüler olunca da küçük gece kulüpleri “pavyon” ismiyle anılmış! Yani ‘kelebek’ anlamına gelen bu güzel naif kelime, Anadolu kültürüne renk ve ses katmış!

Halk arasında pek de itibarı olmayan, gidilmesi muteber sayılmayan bu yer, bir jargon!

Ama tek başına da kötü olarak yaftalanmayı, acımasızca yargılanmayı da sanki bu kadar hak etmiyor!

Çünkü karakteri dansöz olana, her yer pavyon!

………………………………….. *……………………………………. 

Hiçbir iyilik cezasız kalmaz

Sadece gündeme değil yüreklere de bomba gibi düştü bu acı haber!

İzmir’in Gaziemir ilçesinde iki çocuk babası 44 yaşındaki taksi şoförü Oğuz Erge, soğuktan üşümemesi için aracına aldığı yolcu Delil Aysal isimli kişi tarafından silahlı saldırıya uğradı. Taksici tüm müdahalelere rağmen kurtarılamazken araç içi kamerasına yansıyan olay, yürekleri dağladı!

Mesaisi bitmesine rağmen sırf hava soğuk- dışarıda üşüyor diye aracına aldığı yolcu tarafından öldürülen taksiciyi öldürdükten sonra bir de tokat atarak, ‘demek ki herkese güvenmeyeceksin’ diyen cani, ülkeyi sinirden ve üzüntüden titretti! Beni de bu çağdan nefret ettirdi!

Ya hangi bu ara kötü oldu insanlık ya!

Çiçek çocuklar devrinde, 80’lerin keşmekeşinde, 90’ların neşesinde yaşamak varken, insanlığımızı dışarda bıraktık anlaşılan, milenyum çağına girerken! Saklambaç oynarken 10’a kadar sayarken bile araya 9.5’u sıkıştıran masum çocuklardık, ne oldu bize böyle! Çocuklarımıza, ‘İyilik yapın- iyilik güzeldir’i öğretmeye çalışırken, iyilik yapmaktan korkar hale geldik işte! Öldürülen masum bir can değildi sadece, insanların kalbindeki iyilik duygusunu da yok etti haince! Her gün başka bir vahşet haberi okuyoruz, cinayete, katliama, uyanıyoruz! Ya düşünüyorum düşünüyorum bulamıyorum, kendini iyi niyetle, üşümesin diye taksisine alan birini öldürmek nasıl bir vicdansızlık, aklım kalbim kaldırmıyor! Bir masalda vardı, hırsızın teki, çölde susuzluktan baygın düşme taklidi yaparak yardım eden adamın atını çalmıştı. Öyle bir devirdeyiz ki masallar bile masum kaldı!

Araç içi konuşmayı dinlediniz mi bilmiyorum, dinlemediyseniz kalsın dinlemeyin! Taksicinin babacan konuşmasını, ‘Tabi alacağım seni, dışarıda üşümeyesin’ laflarını, beyefendi tavırlarını ve aniden bir silahla arkadan vurulmasını izlemeyin olur mu! Kıyıda köşede kalmış bir lokma güven duygumuz kalmıştı, onu da aldılar elimizden, nasıl bir dünya bu!

Bir hukukçu olarak belki bana yakışmıyor ama durduk yere, bile isteye, planlayarak ve bundan zevk alarak adam öldürenler için idam cezası verilsin! Suçsuz bir adamı öldürmüş, kanlar içinde yatarken bir de tokat atıp, dizi replikleri söyleyen biri, rehabilite olamaz, iyileşemez, bu derin kötülük de iyiliğe evrilemez! Hapisten çıkınca potansiyel bir tehlike olarak yine aramızda dolaşacak, yine birilerinin ocağını söndürecek, evini- barkını- hayatını karartacak!

Atasözlerimiz var bizim, ‘İyilik yap iyilik bul’ gibi! Ama şarkıda dediği gibi, eskidendi o çok eskidendi!

İyilik yapıp suistimal edilmek, yardım edip nankörlük görmek alıştığımız davranışlardan artık da iyilik yapıp gaddarca ve  pişkin bir tavırla öldürülmek, pes artık dedirtiyor insana!

Pırlanta kalpli, rızkını çıkarmak için alın teriyle çalışan, 2 çocuk babası bir adam ile birlikte, zaten bitmeye yüz tutmuş olan merhamet ve iyiniyet de öldürüldü!

Ve “Hiçbir iyilik, karşılıksız kalmaz” sözünün, “Hiçbir iyilik cezasız kalmaz” sözüne dönüştüğünü tüm dünya gördü!

Ey kıyamet! Kopacaksan kop artık!

Yeryüzü, cehenneme döndü!

…………………………………………..*………………………………… 

Yaşlılık bir hastalık, tedavisi mümkün

Şu doğum günü tantanası bitip toz duman dağılınca yan yana gelmiş iki rakamın ağırlığı çöktü omuzlarıma! “Yaş dediğin nedir canım, önemli olan ruhen ne hissettiğindir” aryaları söylerken avaz avaz, bir panik duygusu sardı içimi biraz biraz! Rakamı yazıp da göz göze gelince kendisiyle kızım yaşlanıyorsun dedim kendi kendime!

“Yaşlanmak mı! Şaka mı?” Nasıl ya, hiç de öyle hissetmiyorum ki, nereden çıktı bu şimdi? Şu fani hayatta geçirdiğim zaman yarım asıra dayanmışken ruhumla bedenimi birbirine nasıl entegre edeceğim ki?

Tam da bu modda pat diye şu manşeti çıkardı Google amca karşıma; “Yaşlılık bir hastalık yenebilirsiniz!” Öylece kalakaldım valla! Yaşlılık bir döngü değil miydi ya! Hani bir süreçti yaşlılık, gençliğin ufuk çizgisiydi?

Antik Yunan’dan eski Roma’ya, Mısır’dan Amerika’ya, oradan da günümüze tıbbın çözüm  aradığı yaşlılığa karşı söylenecek yanıt artık belliymiş; ‘Yaşlanmak bir hastalık, yenebilirsiniz!’ 40’lı ve 50’li yaşlara gelince bedeninin kendisine ihanet ettiğini düşünenler, isterlerse bu hastalığı yenebilirmiş!

‘İyi de nasıl?’ sorusunun da cevabı şöyleymiş;

Gençliğin sırrı glutatyonda gizliymiş! Bağışıklığın artırılması, yaşlanmanın geciktirilmesine bir nevi tedavi edilmesine sebep olmuş. Antioksidanların çalışması, doğru antioksidanların kullanılması, hücre hasarının kontrollü biçimde tamir edilmesi ile gençlik süresi uzamaya, yaşlılığın gelişi ötelenmeye başlamış. Tam da bu noktada kahramanımız Glutatyon, ön plana çıkmış.

Karaciğerin salgıladığı bir enzim olan glutatyon, hücrenin içinde çalışan en önemli antioksidan enzimi! Hücrenin içinde çinko, D vitamini, C vitamini var ama glutatyon, en güçlülerinden biri, orkestra şefi gibi!

Bir hücrede gençleşme mekanizmaları çalıştığı zaman, sadece kendisini değil çevresindeki hasarlı hücreleri de gençleştiriyormuş. Aksi halde de bir hücre yaşlanmaya, yani hasar almaya başladığında, etrafındakiler de hasarlı hale geliyormuş. İşte bu yüzden tıp, yaşlanma için kontrol edilebilir bir hastalık diyormuş!

Bence yaşlanmak o kadar kötü bir şey değil, tecrübeleniyoruz diyelim! Tecrübe dediğimiz şey ise hatalarımıza verdiğimiz isim! Gençlikte öğreniyor insan, yaşlanınca da anlıyor. Pastadaki mumların sayısı arttıkça değil düş kurmayı, kurduğun düşlerin gerçekleşeceğine inanmayı bırakınca yaşlanıyor insan!

Büyümek eskimektir, eski ise değerlidir: Antika gibi, şarap gibi! Özel ve de nadide!

Eskimek de güzeldir, eksilmedikçe ! 

……………………………………*…………………………

HAFTANIN EN’LERİ 

Haftanın Hastalığı: İngiltere’den duyuldu! Buckingham Sarayı, İngiltere Kralı 3. Charles’ın kansere yakalandığı açıkladı! 75 yaşındaki İngiltere Kralının tedavisinin ayakta sürdüğünü duyuran Kraliyet yetkilileri, kanserin türünü açıklamadı! Haberin ardından Kral Charles’ın ABD’de yaşayan oğlu Prens Harry, babasını ziyarete İngiltere’ye geldi! Her şerde bir hayır vardır derler, bu vesileyle barışırlar belki önce baba-oğul sonra da ağabey-kardeş! 

Haftanın Kararı: Emsal karar niteliğinde! ABD’nin Michigan eyaletinde bir anne, oğlunun bir lisede gerçekleştirdiği silahlı saldırıdan ötürü suçlu bulundu. Bu, bir çocuğun gerçekleştirdiği saldırıdan ötürü ilk defa bir aile üyesinin suçlu bulunduğu dava oldu! Oğlunun gerçekleştirdiği ve 4 kişinin ölümüne yol açan saldırıyla ilişkili olarak kasıtsız cinayet suçlamasıyla yargılanan anne, oğlunun silah edinmesine göz yummak ve işaretleri görmezden gelmekten dolayı suçlu bulundu! Ebeveynlerin silah edinirken daha dikkatli olmaları, silahlarını uluorta bırakmamaları konusunda farkındalık yaratmak adına önemli bir karar bence, dikkate alınmalı! 

Haftanın Şaşkınlığı: TÜİK’in açıkladığı son verilere göre 2023’te İstanbul’un nüfusu, bir önceki yıla göre 252 bin 27 kişi azalarak 15 milyon 655 bin 924 kişiye gerilemiş! Eeee ‘Taşı toprağı altındır İstanbul’un’ diye koşup gelenler, nereye gitmiş? Bir sorsunlar bakalım, geri gelecekler miymiş? 

Haftanın Planı: Umut verici! Olası İstanbul depreminin gerçekleşmesi halinde sağlık hizmetlerinin aksamaması için İlk 36 saatte sağlık sisteminin kendi kendini otomatik yönetebilmesini, 36-48 saatten itibaren de dış desteklerle hem personel hem malzeme lojistiği sağlanacak öngörüsüyle hareket edilmesini sağlayan plan üzerinde çalışıldığı açıklandı! Sismik izolatör teknolojisiyle inşa edilen hastanelerin deprem esnasında sağlık hizmetinin kesintisiz sürmesinin sağlanması planlanıyormuş! Umarım bu planı deneyimlemek zorunda kalacağımız bir depremle karşılaşmayız! 

Haftanın Vazgeçişi: Akıllara Hülya Avşar’ı getirdi! Japonya’da büyüyen Ukrayna asıllı Karolina Shiino, katıldığı ‘Miss Japon’ güzellik yarışmasında birinci olmuş, Japonya’nın en güzel kadını olarak tacını takmış! Ancak Shiino, evli bir doktorla ilişkisinin olduğunun ortaya çıkmasıyla tacından vazgeçmek zorunda kalmış! Tıpkı Hülya Avşar’ın da yıllar önce, evlenip boşandığı ortaya çıkınca birincilik tacını iade etmiş olması gibi! Eminim ki Karolina çok üzülmüştür tacını iade edince de asıl şöhret böyle geliyor belki de! Tıpkı Avşar kızında olduğu gibi!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir