Filiz Gazi: Yazı, dertsiz başına dert açmak demek
10 mins read

Filiz Gazi: Yazı, dertsiz başına dert açmak demek

Gazeteci Filiz Gazi’nin ilk kitabı ‘Yer Çekiminden Çok Şey Kaybettik’, Tekin Yayınevi tarafından yayımlandı. Gazi, kitabıyla ilgili, “Gazetecilikle birlikte sürdürmek istediğim edebiyata ilk adım. Biri asfalt yolda yürümek diğeri sanki yemyeşil çimenlerde yürürken hayal etmek gibi. Hikayelerimdeki karakterlerle bir süre vakit geçirdim. Şimdi sizin tanışmanız hatta belki kendinizi okur gibi okumanız ya da tanıdık gelmesi dileğiyle…” ifadelerini kullandı.

Filiz Gazi ile ‘Yer Çekiminden Çok Şey Kaybettik’i, edebiyatla olan bağını ve gazetecilik ve yazarlığının birbirine etkisini konuştuk.

‘Yer Çekiminden Çok Şey Kaybettik’ ilk öykü kitabınız. Yazma serüveniniz nasıl başladı? Kitap nasıl bir derdin ürünü, yazım sürecine dair neler anlatmak istersiniz?

Yazmaya başlamak bence önce zihinde başlıyor. Herhangi sıradan konu olabilir. Eşelemeye başladığınızda ve kafanızdakilere önem verdiğinizde yazı yazmak farz oluyor. Evet, itiraf etmek lazım. Yazmaya başlamanın böyle kendini beğenmiş bir tarafı var. Yazarlık bana; mesela bir fabrika işçisine, marangoza, doktora göre miskin de bir meslek gelir. Evinde bornozu, hırkası her neyse işte dolaşan birini tahayyül et. Bu kadar genelleyici bir yaklaşım elbette doğru değil. Sürgünde, cezaevinde, toplama kamplarında yazan yazarlar var. Marx, Engels, Dostoyevski, Dickens, Tolstoy, Kafka gibi isimler deha.

Çok düşünenlerdenseniz yazı zaten bir şekil geliyor. Kimi delirir kimi çok konuşur kimi hiç konuşmaz kimi de işte yazar. Miskin dedim ama yazı, bir tarafıyla dertsiz başına dert açmak da demek. Benimki sanırım ilkokulda başladı. Sonra gazetecilik… İzlenim yazılarımdan hak ihlali haberlerime ve röportajlarıma kadar mekanik dil kullanmamaya çalıştım. Yeri geldi bu mesele yüzünden haber müdürlerimle zıtlaştım. Hepsiyle sonra sonra orta yolu bulduk.

“O onu dedi, bu bunu ifade etti” tarzı haber dilinden bahsediyorum. Bana göre değildi. Haberlerimde kör göze parmak olmayacak şekilde belli belirsiz varlığımı korurum. Konuştuğum birinin koltuğun üzerindeki ekmek kırıntılarını toplaması, bambaşka bir şey konuşurken odadaki saksıya bakıp ‘yerini sevmedi’ demesi gibi detaylar benim için hep önemli oldu. Misal, bundan birkaç yıl önce haber için gittiğim Sultanbeyli’de bir araba yıkamacıda bir beyefendiyle oturuyoruz. Hem çayını yudumluyor hem anlatıyor. Suriyeliler şöyle, Suriyeliler böyle… Tam o esnalarda dükkanında çalıştırdığı genç bir Suriyeli önümüzde araba yıkıyordu. Sessizce dinledim ama baştan aşağı ateş olduğum anlardı. Yazmıştım da haberde. Detay; candır, meselenin özüdür.

‘SANATLA MERHEM DE OLUNABİLİYOR, ZEHİR DE’

Edebiyatla olan bağınız nasıl şekillendi? Öyküleri yazarken nelerden ilhan aldınız?

Eğer insanların sizi bir an olsun dinlemesini istiyorsanız, sesinizi yükseltmek değil de alçaltmanız gerektiğine dair bir şey okumuştum. Edebiyat, yazın dünyası bana biraz böyle gelir. Sessizce yazılır ama sesi yavaşça bugüne, geleceğe her yere ulaşır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Ranciere, Coetzee, Robert Musil, Andre Malraux… Şıpınişi aklıma gelen isimler. Ben okurken heyecanlanan insanlardanım. Nasıl olur da okuduğum satırlar zihnimde bir şeyleri ete kemiğe büründürebilir? Nasıl olur da gözlerim dolar, gülümserim ya da öfkelenirim… Bunu yapabilme yeteneğine imrendim. Edebiyat bu yüzden beni hep kendine çekti.

Platon dil için, pharmakon yani ilaç metaforunu kullanır. Dil, hem merhem olur hem zehir. Budala bir ego, büyük kurtarıcı rolüne girme gibi abuk sabuk bir yerden söylemiyorum. Ama yazıyla, haberle, kurguyla, sanatla merhem de olunabiliyor zehir de. Bu önemsiz addedilecek bir şey değil.

İnsanın zoruna giden hakkında hayırlıdır derler. İlham demeyelim de, bu ülkede doğmak yazdırdı. Dramatik durmasın, keza ezbere retorik de… Hakikaten böyle. Sahadaki hemen her gazeteci şöyle bir şey yaşamıştır: Berkin Elvan duruşması sonrasında açıklama yapılırken mesela ya da Cumartesi Anneleri açıklama yaparken… Biri yanınıza gelir ve “Bunlar kim? Ne yapıyorlar?” der. “Pırıl pırıl kafalar, ne güzel” demişimdir.

‘Sıradan’ insanların sistem içerisindeki sıkışmışlıklarını odağınıza alıyorsunuz kimi öykülerde. Öyküleri yazarken gözlemlerinizden bahseder misiniz?

Etraflıca bakarsan bir şeylere hep çarparsın. Üniversite yıllarımda Felsefe bölümünde okuyan bir arkadaşım “Okuma yazmayı unutmak istiyorum, yoruldum” derdi. Kafası çalışan bir çocuktu. O zaman da ne dediğini anlardım ama sanki şimdi daha iyi anlıyorum. Rohat’tı adı. Buradan selam olsun.

Benim de yıllar içinde bakma ve görmeyle ilgili yorgunluklarım oluştu. Hemen her ‘sıradan’ insan kapitalist klişeler, neoliberal politikaların dayattığı hayatlar içinde yaşıyor. Kredi kartı borcu, kira derdi, sosyal medyada görüp imrendiği hayatlar, değersizlik hissi, aşkı bulamama, çocuk bakma, ev geçindirme gibi sorumluluklarını yerine getiremediği için aklını kaybeder noktasına gelip gelip sağ kalmaya çalışma… Şu sıraladığım şeyler korkunç şeyler, bakma sen alıştık.

Yer Çekiminden Çok Şey Kaybettik, Filiz Gazi, 88 syf., Tekin Yayınevi, 2024.

İşim yazı. “Aaa bir şey yakaladım” gibi değil de refleks olarak görüyorum. Herkesin gördüğü şeyler ama bizdeki fark, onları anlatıya dönüştürmemiz.

Hep dediğim gibi gazetecilik bu konuda insanı talimli yapıyor. Ne gözlemledin diye sordun. “Barbarlığı insanlığın başlangıcında arayanlara, barbarlığının koyusu önümüzde” der Lessing. Az önce sıraladığım çoğu şey barbarlığın bu çağa özgün hali.

“Kademe kademe terakki (ilerleme) değil tereddi (yozlaşma)” denir. Bağların silikleşmesi, meslek değil de kariyer sözcüğünün dayattığı davranış kalıpları, ‘vefa, incelik’ gibi sözcüklerin buharlı tren muamelesi görmesi… Öykülerde bunlara çok az dokunabildim. Devamı bundan sonra diyeyim.

‘BİR AVUÇ AZINLIK, EDEBİYATIN, SİNEMANIN, TİYATRONUN KONUSUNU BELİRLİYOR’

Bazı öykülerde ise polis kurşunuyla hayatını kaybedenler, siyasilerin çocuklarının şaşaalı düğünlerine, devletin elinden kardeşinin cenazesini alamayanlara, inşaatta çalışan işçilerin bindikleri asansörün düşmesiyle hayatlarını kaybetmesi gibi birçok politik konuya da gönderme yapıyorsunuz.

Geçen BirGün Gazetesi’ndeki arkadaşlar bir manşet atmıştı. “İyi haber var da, biz mi yazmıyoruz?” mealinde bir sözdü. 20. yüzyılın ilk 50 yılı boyunca savaşlarda, toplama kamplarında en az 70 milyon insan öldü. Şimdi yoksulluğun dolaylı olarak öldürdüğü insan sayısı bu sayıyı geçer ama istatistiklere girmesi mümkün değil. Çünkü ağır çekim, yılları alan ölümler…

Gönderme dedin ama bence değil. Ötesi… Bence çoğu kitap; bürokratlara, sermayeye, akbaba gibi yeryüzündeki her noktaya konan ulusötesi şirketlere, sömürgeci devletlere adanmalı. Aslına bakarsan bir avuç azınlık edebiyatın, sinemanın, tiyatronun -işte ne gelirse aklına- konusunu belirliyor.

Aynı zamanda gazetecisiniz. Gazeteciliğinizin öykülere bir katkısı oldu mu, gazetecilik ve yazarlığınızın birbirine etkisi üzerine neler söylemek istersiniz?

Az evvel dediğim gibi, bakma ve görme konusunda talimliyim. Bakmak fark etme, görme ise yorumlama, tespit etme, bağlamı oluşturma. Bazen ağızdan dökülen sözcükler meselenin özünü saklar ama geri kalan detaylarda mutlaka izi vardır. Misal, insanın sadece kendisi olabilmesi bence mümkün değil. Maskeler sayesinde insanların birbirine ayak uydurabildiklerini düşünürüm. İlkellikten yavaşça kopmanın, medeniyete geçişin ilk emareleri zaten yine bu maskeler.

Yine misal, bir cemiyetin içinde o sınıfa, zümreye ait olmayan insan illa kendini belli eder. İmajından dışarıya içindeki ‘benliklerden’ biri mutlaka sızar. Sınıf, kültürel özellikler, ahlaki kodlar, ideolojik durumlar, saç kesimi, taktığı takılar, boğazlı kazak giymesi, takıntılar, zaaflar, şakalar… İnsana dair kuramları, ipuçlarını gazetecilik pekiştirdi. Yazı, edebiyat için ise geriye ucu bucağı olmayan ama hayattan beslenen hayal gücüyle karakterler yaratmak kaldı.

Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı?

Evet. Dört yıla yakındır tarikat ve cemaatler üzerine çalışıyorum. İki ay sonra İsmailağa Cemaati’nden Süleymancılara ve Menzilcilere kadar bu yapıların içindeki kadınları anlattığım kitabım yayımlanacak. Şu ara günlerim bu bahsettiğim kitabımla geçiyor. Neyse, uzatmayım. Bu söyleşiyi okuyan kişi bu dakikaya kadar gelmişse zaten iyice darlanmıştır.

(KÜLTÜR SANAT SERVİSİ)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir